6 Mayıs 2014 Salı

Şiir

18. yüzyıl şair kadrosu bakımından klasik edebiyatın en zengin olduğu devresidir. 18. yüzyılda, şiirlerinde Necîb mahlasını kullanan Sultan III.Ahmed ve İlhamî mahlasıyla şiirler yazan III.Selim, edebî ve kültürel gelişime çok önem vermişler, etraflarında kültür muhitleri (çevreleri) oluşturmuşlardır. 18. yüzyıl Klasik Türk şiirinin en önemli şâirleri Nedîm ve Şeyh Gâlib bu iki padişah döneminde yetişmiştir.
17. yüzyıl Klasik Türk şiirine yön veren Mahallî üslup, Hikemî üslup/tarz ve Sebk-i Hindî’nin, 18. yüzyıl Klasik Türk şiirine etkilerinin devam ettiği görülmektedir. 18. yüzyılda Mahallî üslubun en önemli temsilcisi Nedîm’dir. "Nedîmâne" adı verilen kendine has üslubuyla Nedîm, neşeli ve coşkun gazelleriyle ve günlük hayatın sahnelerini canlı bir şekilde yansıttığı kasideleriyle 18. yüzyıla damgasını vurmuştur. Hayattan alınan zevk ve coşkunluk, Lâle devri şairi Nedîm’in şiirlerinin vazgeçilmezi olmuştur. Nedîm, yaşadığı dönemde üstat olarak kabul edilmesinin yanında kendinden sonraki şairleri de derinden etkilemiştir. Özellikle bu yüzyıl şairlerinden İzzet Ali Paşa sıkı bir Nedîm takipçisidir. Nedîm ile birlikte mahallî hayatı bütün çıplaklığıyla eserlerine yansıtan Enderunlu Fâzıl, özellikle Hûbânnâme ve Zenânmâme’de özgün konuların arayışı içinde olmuştur.
18. yüzyılda Koca Râgıb Paşa, Seyyid Vehbî, Sünbülzâde Vehbî ve Fıtnat Hanım’ın Nâbî ile özdeşleşen hikemî üslup/tarzın etkisinde oldukları görülmektedir. Bu yüzyılın Nedîm’le birlikte diğer zirve ismi Şeyh Gâlib’dir. İlham kaynağı Mevlânâ’nın Mesnevî’si olan Şeyh Gâlib, Sebk-i Hindî’nin Türk edebiyatındaki en önemli temsilcisidir. Divânı ile birlikte Hüsn ü Aşk mesnevisi onu zirveye taşımış, Şeyh Gâlib Klasik Türk şiirinin son temsilcisi olarak kabul edilmiştir.
Divân şâirleri, bu yüzyılda sosyal hayat unsurlarını, konuşma diline ait kelimeleri şiirde bilinçli olarak kullanmışlardır. 18. yüzyılda en çok rağbet gören nazım şekli “gazel”olmakla birlikte, divân şairlerinin müşterek gazel yazmaya da rağbet ettikleri görülmüştür.

Gazelle birlikte, şarkı da 18. yüzyılda iyice yaygınlaşmıştır. Şarkının en güzel örneklerini Nedîm vermiştir. Bu yüzyılda Nedîm’in dışında Şeyh Gâlib ve Enderunlu Fâzıl gibi şairler de şarkı yazmıştır. 18. yüzyıl Klasik Türk şiirinin özelliklerinden biri de, bu dönemde yaşayan şairlerin Bâkî, Fuzûlî, Şeyhüslislâm Yahyâ, Sâbit, Nâbî ve Nef’î’ gibi geçmiş yüzyıl şairlerine nazireler yazarak “nazire edebiyatı” meydana getirmiş olmalarıdır.

Müzik

18. yüzyılda Avrupa mimarisi Osmanlı mimarisini etkilerken aynı dönemde Türk müziği de Avrupa müziği üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Avrupa’da mehter marşı geniş yankı uyandırmıştır.
Bu çerçevede;
İtalyan ressam Agostino Tassi’nin Mehterbaşı ve Beş Türk Çalgıcısı adlı tabloları önemli örneklerdir.
Osmanlı Devleti 1725’te Rus Çariçe’sinin sarayına, 1733’te Polonya Krallığı’na, 1741’de Viyana’ya 1750’de Berlin’e mehter takımı göndermiştir.

Teknoloji

Osmanlılarda teknolojik gelişim 15. yüzyıl başından 16. yüzyıl sonuna kadar önemli bir 
gelişme göstermiş, ancak daha sonraları durmuş ve gerilemiştir. Ortaçağ Đslâm Uygarlığının 
zengin mirasına sahip olan Osmanlılar, kuruluşlarının ilk yüzyıllarında Avrupa’dan geride 
değillerdi. Ekonomik durumları iyi idi, güçlü bir orduya sahiptiler ve savaşlardan galip 
çıkıyorlardı. Bu dönemde Osmanlıların Avrupa bilimine ve teknolojisine ihtiyacı 
olmadığından ona ilgi göstermediler. Ancak bu tavır, Rönesans’ın öneminin anlaşılamamasına 
ve 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da bilim, teknoloji ve sanayi alanlarında kaydedilen büyük 
gelişmelerin değerlendirilememesine sebep oldu. Batı Dünyası’nda uygarlık ve kültür büyük 
atılımlar yaparken, Osmanlı toplumu geri ve az gelişmiş bir toplum durumuna düştü. 
18. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa sanayide ve teknolojide ilerlemeye başlamış ve 
Avrupa’ya ayak uydurmaya çalışmak artık çok zor hale gelmiştir. 19. yüzyılda ise Avrupa 
sanayi devrimi Osmanlı Đmparatorluğu’nu olumsuz yönde etkilemiştir.3
III. Selim zamanında 1805’de Beykoz’da Avrupa örnekli bir kumaş fabrikası kurulmuş
ancak 1836’da bu fabrika kullanılamaz hale gelmiştir. 1815’lerden sonra, Avrupa imalatı 
mallar giderek çoğalmış ve Osmanlı maliyesini de etkilemiştir. 1840’larda da Osmanlıların 
kapsamlı ve masraflı sanayi hamleleri de başarısız kalmıştır.4
1841-1853 yılları arasında bir çok sınai tesis kurulmuştur. Bunlar içerisinde iplik ve 
kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demir izabe (ergitme) ve döküm fırını ve atölye 
birimleri, çeşitli ihtiyaç maddeleri imalathaneleri ve gerekli personeli yetiştirmek üzere teknik 
okullar gibi birimler bulunmaktadır. Ancak, bütün bunların kuruluşu ve bakımı Avrupa 
elemanlarının desteği ile mümkün olabilmekteydi. Ne var ki, bu teşebbüs büyük ölçüde 
başarısız kaldı
 
 
 
Savaş Teknolojisi
Ateşli Silahlar, Top, Tüfek ve Barut 
Osmanlıların ateşli silahları ilk kullandıkları tarih tam olarak bilinmemektedir. Ancak 
bu teknolojiyi Avrupa’dan erken tarihlerde almışlar ve kullanmışlardır. 14. yüzyılda ateşli 
silahlarla ilgili yenilikleri Avrupa devletlerinden öğrenen Sırpların bu silahların Osmanlılara 
girişinde önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Yine bu dönemlerde, Osmanlıların Batı’dan 
silah satın almaya başladıklarını gösteren vesikalar da bulunmaktadır.7
Osmanlılarda 15. ve 16. yüzyıllarda, silah ve özellikle top teknolojisi oldukça gelişmiş
düzeydeydi. Osmanlılar, 14. yüzyıl sonlarına doğru ordularında top kullanmışlar8
 ve 1450-
1550 yılları arasında da, gerek teknolojik yeterlilik gerekse kullanım yeteneği açısından 
dünyadaki en iyi topçuluk sistemine sahip olmuşlardır. 
Osmanlı ordusunda top ilk kez, 1386’da Karamanoğulları ile yapılan savaşta, daha sonra 
da 1389’da Birinci Kosova Savaşı’nda kullanıldı. Tahrip güçleri zayıf olan bu toplar daha 
sonra teknik olarak oldukça geliştirilebilmiş ve 1439’larda kale dövebilecek ve yıkabilecek, 
1444’lerde ise gemi batırabilecek düzeye erişmişlerdir. 
Fatih Sultan Mehmed, Đstanbul’un fethi için topa büyük önem vermiş ve yerli ve yabancı 
uzmanlardan yararlanmış, hatta bizzat kendisi balistikçi gibi çalışarak topçuluğun gelişmesine 
katkılarda bulunmuştur. Fatih, Đstanbul’u fethetmek için güçlü topların gerektiğini anlamış ve 
bu amaçla Edirne’de dökümhâneler kurdurtmuştur. Bu dökümhânelerde Saruca Usta, 
Müslihiddin Usta, Macar asıllı Urban ve Cenevizli Donar gibi topçuluk alanında uzman 
kişiler çalışmışlardır.9
Fatih döneminde topların hem çapı hem de tahrip gücü arttırılmış ve barut üretme 
metodları geliştirilmiştir. Zira iri güllelerin uzak mesafelere atılması, gülle ve namlu 
problemlerinin yanısıra sıkıştırılmış barutun çok kısa sürede alev almasıyla mümkündüTopun tahrip gücü 15. yüzyılın ikinci yarısı boyunca geliştirilmiş, bu sayede top 16. 
yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin askeri genişlemesinin en önemli unsurlarından biri 
haline gelmiş ve 1522’de Rodos’un alınmasında, 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde 
Osmanlı topçu ateşi galibiyeti belirleyen temel etken olmuştur. 
16. yüzyılın ilk yarılarında Avrupa topçuluğundan daha etkin olan Osmanlı topçuluğu 
17. yüzyıl boyunca gerilemiş ve 18. yüzyılın ikinci yarısında açık bir düşüş yaşamıştır. 18. 
yüzyılın sonlarında ise yeni düzenlemelere gidilmiştir.11
Osmanlının en büyük top dökümhânesi Galata suru dışında Kılıç Ali Paşa Camii 
yakınında, şimdi Tophane denilen yerdeydi. Bu dökümhâne Fatih tarafından yaptırılmış ve II. 
Bayezid tarafından tamamlanmıştır. Kanuni zamanında ise Tophane binası yıktırılmış ve daha 
büyük ölçüde yeniden inşa edilmiştir.12
Osmanlı Devleti’nin en büyük top döküm yeri Tophane olmakla beraber ülkenin değişik 
yörelerinde, Belgrad, Semendire Sancağı’nda Baç, Budin, Đskodra, Pravişte, Gülamber, 
Tımışvar gibi merkezlerde de top döküm imalathâneleri bulunmaktaydı. Topa lazım olan 
demir, Rumeli Anadolu’daki madenlerden tedarik edilirdi. Gülleler ise çeşitli büyüklükte ve 
topların çeşitine göre maden çıkan yerlerde dökülürdü. Taş gülle atan toplar da vardı.13
15. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı ordusunda ateşli silahlar içinde topun yanısıra 
tüfekte kullanılmıştır. Fatih devrinde orduda bir tüfekçi fırkası mevcuttu. 16. yüzyılda tüfek 
imalatı devlet tarafından yapılmaya başlanmış ve Osmanlı ordusu top ve tüfeği belirli bir 
strateji içerisinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. 
Osmanlılar Balkanlar’daki savaşlarda büyük ölçüde tüfek ele geçirmişler ve oralarda 
bulunan imalalathanelerdeki üretimi devam ettirmişlerdir. 1480 yılında Semendire’de, 
üzerinde “Kayı” işareti bulunan çeşitli tipte el tüfekleri imal edilmiştir.14
1680 yılında Avusturya savaşlarında Türklerin kullandıkları tüfekler Avusturya 
ordusundakilerle aynı kalitede hatta bazı yönlerden daha üstündür.15
Osmanlının ilk dönemlerde ateşli silah imalathanelerinde çalışan teknik elemanların 
çoğu Hristiyan Sırplardı. Ancak 16. yüzyılda ateşli silah üretiminde Osmanlılar, yabancı 
teknik elemanın yanında kendi elemanlarının yetişmesine de önem vermişler, yabancılardan 
ziyade kendi tüfekçilerini kullanmaya gayret etmişlerdir. Bu durum 18. yüzyıldan itibarenyavaş yavaş değişmiş, Osmanlılar, Batı’dan askeri malzeme yanında yeni sistemleri de ithal 
etmeye başlamış ve bu yüzyılın başında da artık Đngiliz usulü barut kullanmaya 
yönelmişlerdir.16
Osmanlılarda top ve diğer ateşli silahlar için gerekli olan barut önceleri bu işi geçim 
aracı olarak benimsemiş ve barutu el tezgahlarında yapan ustalardan satın alınmıştır. Daha 
sonraları ise çeşitli barut imal eden ve devrin barut yapılan fabrikaları olarak nitelenebilecek 
baruthâneler kurulmuştur. 
Birçok bölümden oluşan baruthâler ham maddelerin dibek, havan veya çarhlarla (çark) 
ezilerek toz haline getirildiği çarhâne, güherçilenin yıkanıp eritildiği havuzlar, kurutma 
işleminin yapıldığı sergi, ham maddelerin kaynatıldığı soba, eritilerek kalıplara döküldüğü 
kalhâne, silindirden geçirildiği silindirhâne, elendiği kalburhâne gibi kısımlara sahiptir. 
Anadolu’da, Đzmir’de, Rumeli tarafında Gelibolu, Selânik, Belgrad, Budin ve Tımışvar’da, 
Afrika kıtasında Kahire’de Ortadoğu’da Bağdat’da çeşitli baruthâneler kurulmuştur. Bunların 
da arasında en önemlisi Baruthâne-i Âmire adıyla bilinen müessesedir.
 
Gemi Yapımı
Teknoloji tarihi açısından top dökümü yanında gemi yapımı da oldukça önemlidir. Fatih 
Sultan Mehmed zamanından beri orduya hizmet veren bir Tophane ve bir de Tersâne vardı. 
Bunlar sonraki asırlarda büyük sanayi işletmeleri haline gelmişlerdir. 16. yüzyılın başlarından 
itibaren Osmanlı Devleti’nin merkez deniz üssü Đstanbul’daki Tersâne-i Âmire idi. Bu 
müessese, Venedik denizciliğinden ve onun tersâne tecrübelerinden büyük ölçüde 
faydalanmıştır. Tersânede II. Bayezid devrinde yapılan bir kaç ilave dışında Yavuz Sultan 
Selim zamanına kadar büyük bir değişiklik yapılmamıştır. Yavuz Sultan Selim donanmayı 
geliştirmek için karar almış ve 1513/14 kışında Kadırga limanındaki tesislerin yerine geçecek 
yeni bir tersâne inşasını başlatmış ve bu sayede Galata - Kasımpaşa arasıdaki sahada iki sene 
içerisinde çok sayıda tersâne gözü inşa edilmiştir. 1547 senelerinde de tersâne sahası yüksek 
bir duvarla çevrilmiştir. 
16. yüzyılın sonlarında Osmanlılar gemi yapım teknolojisinde Batı’dan geri kalmaya 
başladılar. Bunun temel nedeni, Osmanlıların kürekle hareket eden gemilerde (çekdiri) ısrar 
etmeleridir. 16. yüzyılda Portekizliler, Đspanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri yelkenli gemiciliğe(kalyon) geçmişler, Osmanlılar ise ancak 17. yüzyıl sonlarında kalyonculuğa geçebilmişlerdir. 
Bundan bir süre önce, 1651 yılında Sadrazam Melek Ahmed Paşa tarafından Bahçekapı 
yakınlarında büyük bir kalyon inşa ettirilmiş, ancak kalyon suya indirilirken yana devrilmiş ve 
batmıştır.
 
 
Askeri Okullar
Osmanlılar erken dönemlerde, Batı’dan özellikle savaş teknolojisini ve madencilik 
konularındaki teknikleri transfer etmişler, özellikle de ilk yüzyıllarda, mutlak hakimiyete 
dayanan sistemi ve sahip oldukları üstünlük duygusu nedeniyle bu ilgi seçici bir şekilde 
gelişmiştir. Ancak askeri, siyasi ve iktisadi dengeler Osmanlıların aleyhlerine döndüğü zaman 
Avrupa bilimi, ihtiyaçlarına göre fonksiyonel bir şekilde aktarılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren 
de Avrupa devletleri karşısında uğranılan askeri yenilgilerin getirdiği yıkımdan kurtulmak için 
askeri alanda Batılılaşma’ya gidilmiştir.19
Osmanlılar herşeyden önce ordunun yeni bir düzene sokulması, askeri ıslahât yapılması 
ve yeni tekniklerle donanmış zabit yetiştirmek ve daha çok pratik ihtiyaca cevap verebilmek
için bir takım modern eğitim müesseseleri kurma ihtiyacını hissetmişlerdir. Osmanlıların 
askeri güçlerini arttırmak için bilim ve teknolojiyi derhal elde etmeleri gerekiyordu. Bu 
nedenle, 18. yüzyılın sonunda mühendishâneler ve 19. yüzyılın başında da Mekteb-i 
Tıbbiye’yi kurdular.20
III. Ahmed devrinde başlayan askeri ıslahat ile 1733’de Humbarahâne, 1773’de de 
Baron de Tott’un tavsiyesi ve önayak olmasıyla Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun (Deniz 
Mühendishanesi) kuruldu. Bunları, 1795’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun (Kara 
Mühendishanesi) takip etti.

Diplomatik Yenilikler

18. yüzyılda osmanlı diplomasisi, 18. yüzyılda osmanlı diplomasisindeki gelişmeler, osmanlı diplomasisinde gelişmeler

1. Osmanlı Diplomasisinde Gelişmeler
18. yüzyılın başında Osmanlı Devleti Batı ile rahat bir ilişkiler bütünü içinde bulunuyordu. Karlofça Antlaşması'nın imzalanmasından altı ay sonra onaylanması, büyük ve gösterişli seremonilerle olmuştu. Bu onay, dostça ilişkilere yol açmış ve bir yanda Babıâli[1] ile öte yanda Avrupa devletleri arasında, eskisine göre daha sürekli diplomatik temsilcilerin teatisiyle sonuçlanmıştır. Bu tarihe kadar belirli vesilelerle ve ancak kısa sürelerle Avrupa başkentlerinde bulunan Osmanlı diplomatları, şimdi daha uzun süre Avrupa'da bulunuyor, batı uygarlığını daha yakından tanıyor ve batının yalnız kültür yaşamını değil, aynı zamanda hükümet sistemini de öğreniyorlardı.

            Örneğin, Avusturya'ya yeni Osmanlı elçisi olan İbrahim Paşa, Viyana kuşatmasında bulunmuş değerli bir devlet adamıydı. Şimdi Viyana'ya son derece değerli armağanlarla, bir diplomat olarak giriyordu. İstanbul'da ise, Avusturya elçisi, sultan huzuruna dahil edilmeden önce şerefine verilen yemekte, kendisine boğazda yakalanmış balık kızartması sunulmuştu.  Bu öteki elçilerin çoğuna layık görülmeyen bir yemekti. İngiltere'nin yeni elçisi Sir Robert Sutton, daha önce Karlofça Barışı'nın yazılmasında yardımda bulunmuştu. Bu hizmetinden dolayı sultan tarafından çok sıcak bir biçimde karşılandı. Buna karşılık, Karlofça'yı imzalamayan, onun yerine iki yıllık bırakışmaya yanaşan ve bunun yenilenmesi için bir savaş gemisi içinde İstanbul'a gelen Rus elçisine karşı aynı dostça duygulardan söz edilemez. Ancak uzun görüşmeler sonunda,  Rusya'da öteki büyük Avrupa devletleri gibi, İstanbul'da sürekli büyükelçi bulundurma hakkını elde etmiştir.

            Bu gelişmelerden de görüleceği gibi, 18. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin Avrupa devletleriyle ilişkilerinde bir silah olarak, savaşın yerini diplomasi almaya başlamıştır. Burada önemli olan nokta, Osmanlıların artık Avrupa'daki rollerinin savunma olduğunu ve bunu sağlamak için de müttefiklere ihtiyaçları bulunduğunu anlamalarıdır. Tüm buların sonucu ise, Avrupa ülkelerinin geleceğine uygun olarak, Babıâli'de sürekli diplomasi sisteminin kurulmasıdır.

            Karlofça Antlaşması'na kadar, Hıristiyan Avrupa'ya giren bir Müslüman devleti olarak Osmanlı Devleti'nin diplomasisi tek taraflı ve karşılıklılık ilkesine dayanmayan bir diplomasiydi. Devletlerarasındaki hukuk kurallarıyla uyuşmayan bir biçimde ve biraz da Avrupa devletlerinin hor görülmesi sonucu, zaman zaman Avrupa devletlerinin elçileri, o da belirli sürelerle, kabul edilmiş ama bunun karşılığında sürekli Osmanlı elçisi gönderilmemişti. Bu sistemin, Osmanlı Devleti güçlü olduğu ve Avrupa'da genişlediği dönemlerde iyi işlediği söylenebilir. En azından, törel değerlere pek dayanmayan ve çoğu kez kurnazca işletilen karmaşık Avrupa oyunlarının dışında kalınmasını sağlamıştır. Ama 18. yüzyılda, müttefik bulma zorunluluğu dolaysıyla Avrupa devletleriyle ilişkiler önem kazanmaya başladığından, bu karşılıksız diplomasi Osmanlı Devleti'ni "izole" etmişti. Sürdüğü takdirde, Osmanlı Devleti Avrupa devletleriyle ilişkilerinde güçsüz bir temelden hareket edecekti. İçerde, dış ilişkileri sistematik bir biçimde planlayacak merkezi bir örgüt olmadığı gibi, dışarıda da sürekli elçileri bulunmuyordu.

  İstanbul'daki yabancı elçilerin de işi zordu. Onlar da yeterli iletişim ve ulaşımın olmaması, Osmanlı yaşantısı içine girmemeleri ve en önemlisi kendilerinin Türkçe, Osmanlıların da batı dillerini bilmemeleri dolaysıyla zor durumdaydılar. 1699 yılında Babıâli'de Tercüme Odası'nın kurulmasıyla biraz rahatladılar. Bu odanın memurları ise, genellikle Yunan ticaret topluluğunun içinden seçilmekteydi. İşte 18. yüzyılın başlarından itibaren, gerek Tercüme Odası'nın kurulması, gerek Avrupa devletlerinin İstanbul'da sürekli büyükelçi bulundurmaları ve gerekse Osmanlıların da elçi gönderme gereğini duyup, kısa süreler için bile olsa, bu Avrupa geleneğine uymaya başlamaları, Osmanlı diplomasisini geliştirmiştir. Ancak Osmanlıların Avrupa'nın önemli merkezlerine sürekli büyükelçi göndermeleri ve içerde bir "dışişleri bakanlığı"nın kurulması için 19. yüzyılı beklemek gerekecektir.

Mimari

Mimar Sinan’ın bütün bir devre hakim olan üslubu onun ölümünden sonra da uzun zaman etkisini devam ettirmiştir. Sinan’dan sonra onun yanında yetişen kalfalar, mimarbaşı olarak onun geleneğine bağlı kalmışlardır.

18. yüzyıl başında Osmanlı saray ve toplum yapısında gözlenen değişiklikler, Fransa ile ilişkilerin giderek artması ve yeniliklerin daha kolay hazmedildiği bir ortamın oluşmasıyla Sultan III. Ahmet zamanından itibaren yeni bir üslubun doğduğu görülür. 18. yüzyıldaki bu farklı üslup 1703 – 1805 yılları arasında Barok ve Rokoko etkili devir olarak iki dönemde ele alınabilir.


1703 – 1730 yılları arasında III. Ahmet döneminde batı ile ilişkilerin güçlendiği yıllarda Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in dönüşte beraberinde getirdiği saray planları doğrultusunda yapılan ve Fransız saraylarını çağrıştıran Kağıthane’deki Sadabad Kasrı ve çevre düzenlemeleri Patrona Halil İsyanı’nda çıkan yangınla birlikte yok olmuşsa da bu yapıların Fransız etkisinde yapılmış olduğu bilinir.

Topkapı Sarayı’ndaki III. Ahmet Yemiş Odası, bu yılların yaygın eğilimi olan ve natüralist üslupta yapılan çiçek motiflerinin süslemede hiç boş yer bırakmayacak biçimde kullanılışını en iyi veren örnektir. Odanın duvarlarında yer alan vazodan çıkan çiçek buketleri, meyve tabakları, pembe güller, karanfil ve lalelerin hakim olduğu süslemeler natürmort diyebileceğimiz bir karakterdedir ve odanın hiçbiryeri boş kalmayacak biçimde düzenli çerçeveler içinde verilmiştir. 
Bu çiçek ve meyve motiflerinin ağır bastığı natüralist üslup geçiş safhasıdır. Bu geçiş safhası içinde Osmanlı Türk sanatının klasikleşmiş özellikleri dışarıdan gelen tesirler ile karakterini kaybetmeye ve yeni biçimlere bürünmeye başladığı açıkça bellidir. 

18. yüzyılın erken döneminde görülen bir başka eğilim ise çeşme ve sebil yapımına artan yoğun bir ilgidir. Bu gelişme Osmanlı mimarisinde kente, sokağa, dış çevreye yönelik bir yapı anlayışına geçişi ifade eder. Üsküdar ve Bab-ı Hümayun önündeki III. Ahmet meydan çeşmeleri (1728), Azapkapı’da Saliha Sultan (1732) ve Tophane’de I. Mahmut meydan çeşmeleridir. 

Mimaride Barok Üslup
 olarak adlandırılacak değişimlerin ilk gözlendiği yapı 1734 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa Camii’dir. Girişindeki merdivenin yelpaze içiminde açılarak avluya bağlanışıyla kendinden önceki örneklerden farklılık teşkil eder. 

1740 – 1755 yılları arasında Simon adında Rum bir kalfa tarafından yapılan Nuruosmaniye Külliyesi’nde görülen yeni özellikler bu yapının barok olarak nitelendirilmesini sağlar. Atnalı biçiminde şadırvansız avlusu bulunur ve bu biçimde düzenlenmiş bir avlu Türk sanatında ilk kez görülmektedir.
 Daha önceleri sivri biçimli olan taşıyıcı kemerler yerine yarım daire kemerlerin kullanılmış olması, cephelerde zengin profiller, kornişler, “C”, “S” kıvrımları batı etkisinin ürünlerdir.

1763 tarihinde İstanbul’da yapılmış olan Laleli Camii’nde barok özellikler kıvrık hatlar, dalgalı yuvarlak kemerler, pencereler, kubbeyi destekleyen S biçimindeki payandalar gibi ayrıntıda karşımıza çıkar. 1769 tarihli Zeynep Sultan Camii ve 1778 beylerbeyi Camii bu dönemin özelliklerini yansıtan diğer örneklerdir.


Nuruosmaniye Camisi ile aynı tarihlerde Batı Anadolu’da yapılmış olan Aydın’daki Cihanoğlu Camisi (1756) şadırvanındaki kubbesi ve tromplarında “C” ve “S” kıvrımları, meyve kaseleri, girlandlar, kartuşlar Batı barok tarzında işlenmiştir.

Sosyal Yaşam

Osmanlı toplumunda aynı dönemde Avrupa Devletlerin de olduğu gibikatı sınıf ayrımı görülmez. Osmanlı toplumu yönetenler (Askeriler) ve yönetilenler (Reaya) olmak üzere iki sınıftan oluşmaktaydı. Osmanlı Devleti'nde toplum, sosyal hayatın sağlıklı işlemesi için iki gruba ayrılmıştır: a) Yönetenler:Padişah tarafından kendilerine dini ya da idari yetki tanınan yönetici sınıfıdır. Yönetici sınıfı; saray halkı, seyfiye, ilmiye ve kalemiye olmak üzere dört gruptan oluşuyordu. Osmanlı Devleti'nde yönetilenler sınıfından yönetenler sınıfına geçebilmek mümkündü; fakat bunun şartlan vardı. Bunlar: * Padişaha bağlı olmak * Devlete hizmet etmek * Müslüman olmak * Verilen görevi en iyi şekilde yapmaktı. Not: Osmanlı Devleti'nde yönetilenler sınıfından yönetenler sınıfına geçmek dikey hareketliliğe örnektir. Kişinin sosyal statüsünde değişme meydana getiren değişikliklere dikey hareketlilik, kişinin sosyal statüsünde değişme meydana getirmeyen hareketlere (örneğin göç) yatay hareketlilik denir. 1) Padişah ve Hanedan üyeleri: Devlet içinde en yüksek otorite olan padişah ve Osmanlı ailesi yönetenler sınıfının temelini oluşturmaktaydı. 2) Seyfiye:Bugünkü anlamıyla hem askeri hem de idari görevi olan yöneticilerdi. Tımarlı sipahiler, sancak beyleri, beylerbeyi, vezirler, kapı -kulu askerleri, kale koruyucuları, subaşılar bu gruba giriyor ardı. 3) İlmiye sınıfı:Toplumun din, yargı, eğitim, öğretim sektöründen sorumlu olan yöneticilerdir. Bunlar; kadılar, tıp ve astronomi alanındaki uzmanlar, her seviyedeki müderris- , imamlar ve müezzinlerden oluşuyordu. 4) Kalemiyeevlet kalemlerinde görev yapan görevliler dir. Ehl-i kalem denilen bu grup bugünkü anlamıyla Osmanlı Devleti'nin bürokratlarıdır. Defterdar, nişancı, reisülküttap ve devlet kalemlerinde çalışanlar kalemiye sınıfını oluşturuyordu. b) Yönetilenler (reaya):İdareye katılmayan çeşitli din ve soylara mensup zümrelerden oluşan yönetilenler (reaya) sınıfı idi. Reaya çeşitli din, ırk ve mezheplere mensup topluluklardan oluşuyordu. Değişik topluluklar din ve mezhep esasına göre "millet sistemi" adı verilen bir sisteme göre teşkilatlandı- rılmıştı. Buna göre; devlet her inanç topluluğunu kendi içinde serbest bırakarak onlara belirli bir özerklik tanımış, onlar üzerinde denetleyici olarak kalmıştır. Her dini cemaa- -tin başında kendi dini liderleri bulunurdu. Osmanlı toplumu yerleşim durumuna göre de şehirliler, köylüler ve göçebeler olarak üç gruba ayrılıyordu. Şehirlerin çoğu askerler (yöneticiler), tüccar ve esnaftan oluşuyordu. Eyalet merkezindeki seyfiyeden beylerbeyi, ilmiyeden kadılar, kalemiyeden eyalet defterdarı, sancak beyleri ve bunların maiyetindeki görevliler şehirlerde yaşar-(Terbiyeden-Yoksunum)-dı. Şehirlerdeki ikinci önemli zümre tüccar ve esnaftı. Ekonomisi tarıma dayalı olan Osmanlı Devleti'nde nüfusun büyük bir kısmı köylerde yaşıyordu. Bunlar; tımar beyleri, çiftçi aileleri, mukataa denilen işletme biçimiyle toprağı işleyenler, mülk sahipleri ve müsellemlerden oluşuyordu. Tımar beyleri devlet görevlisidir. Çifthane sistemi diye adlandırılan bir üretim biçimiyle devletin tahsis ettiği çiftlikleri işleten çiftçiler, kanunların belirlediği yükümlülükleri yerine getirdiği sürece tamamen hürdü. Tapulu arazi dışında mukataa veya kesim denilen bir usulle devletten yer kiralayıp işleten köylüler de vardı. Köy halkı arasındaki müsellem ve muaflar ise Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemindeki askeri teşkilatında yer alıp sonra geri hizmete alınan gruptu. Şehir ve köy topluluklarından farklı bir yapıya sahip olan konargöçerler veya Yörükler, kendileri için düzenlenmiş olan kanunlar çerçevesinde hayatlarını sürdürürlerdi. Genelm -likle hayvancılıkla uğraşan konar-göçerler daha çok ağnam vergisi verirlerdi. ESNAF VE ZANAATKÂRLAR Ahilik Teşkilatı:Anadolu'da 13. yüzyılda yayılmış olan esnaf, zanaatkâr ve işçileri toplayan teşkilattır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin sosyal düzeninin sağlanmasında ve Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda etkili olan ahilik teşkilatı dinî, ahlakî, sosyal ve ekonomik bir nitelik taşıyordu. Ahîlikte her mesleğin bir pîri ve pîr çevresinde toplanan meslek sahipleri vardı. Bu meslek sahiplerinin güven, doğruluk, tövbe ve hidayet gibi kurallara uyma zorunluluğu vardı. Lonca Teşkilatı:Osmanlı toplumunda esnaflar lonca adı verilen teşkilatlara sahiptiler. Her esnaf muhakkak bir lonca-(Terbiyeden-Yoksunum)-ya kayıtlı olur, loncasının koruması ve denetimi altında bulunurdu. Loncaların başlıca görevleri şunlardı: * Üye sayısını, üretilen malların kalitesini, fiyatını belirle -mek * Esnaf arasındaki haksız rekabeti önlemek * Esnaf ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemek * Üyelerine kredi vermek * Tüketici haklarını korumak * Usta çırak ilişkisi içinde eleman yetiştirmek Not: Lonca teşkilatı 18. yy'a kadar Avrupalıüreticileri rekabet gücünü korumuştur. 18. yy'dan itibaren Avrupa'nın Sanayi İnkılâbını gerçekleştirmeye başlamasından sonra rekabet gücünü yitirmeye başlayan Lonca teşkilatı 19. yy'da çök-(Terbiyeden-Yoksunum)-müştür. DİNİ HAYAT Ahilik, Babailik ve Mevlevilik gibi tarikatlar, diğer Anadolu beylikleri gibi Osmanlı Beyliğinde de önemli bir nüfuza sahipti. Osmanlılar ilmi tarikatçılığa ve mutasavvıflara ilgi göstermiş er ve mektep halinde bir mutasavvıf zümresi meydana gelmiştir. Bu anlayış sonucu Osmanlıülkesinde, Eberriye, Zeyniyye, Halvetilik, Kadirilik gibi tarikatlar kuvvet bulmuş -tur. Safevilerin, Şiiliği kullanarak, Osmanlı Devleti'ni yıkmaya çalışmasıüzerine, Osmanlılar Sünniliğin temsilcisi olarak, Şiilik ve Batini cereyanlara karşı cephe almak zorunda kalmışlardır. Osmanlı Devleti'nde bütün dini konular ve işler, ilmiye sınıfı ve bu sınıfın amiri durumunda olan “şeyhülislam” tarafından, hukuk işleri ise "kadı" tarafından yürütülmüştür. Osmanlı- -larda kendisine sorulan genel ve özel mahiyetteki şer'i ve hukuki konulara dört ehl-i sünnet mezhebinden "hanefi" fıkhıüzerine cevap veren kişiye “müftü”ve verilen karara da "fetva" denirdi. Şeyhülislam, Fatih Kanunnamesinde ulemanın başı olarak gösterilmiştir. Fetvalar çeşitli fetva kitaplarından çıkarılarak, kaleme alınır sonra fetva eminine götürülür daha sonra şeyhülislama arz edilirdi. O uygun bulursa kendi el yazısıyla cevap kısmını imzalardı. Osmanlı mahkemelerinde şer'i ve hukuki bütün sorunlar, Hanefi fıkhına göre çözüme bağlanırdı.

Sanat

1- 18. yüzyılda siyasi, askeri ve sosyal alanlarda olduğu gibi, Osmanlı sanat ve mimarisi üzerinde Avrupa sanat ve mimarisinin etkileri görülmeye başlamıştır.
 
2- Bu etkileşimde en önemli rolü, Avrupa’ya gönderilen elçiler üstlenmiştir.
3- Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi, rokoko üslubuyla yapılmış saraylardan övgüyle bahsetmiş, 3. Ahmet’e Versay Sarayı’nın bir maketini sunmuştur.
NOT :
Rokoko: 18. yüzyılın başında Fransa’da görülen kavisli çizgileri bol, gösterişli bir sanat uslubu.
Barok: 17. ve 18. yüzyıllarda klasik sanatı izleyen resim ve mimarlık uslubu.
Avrupa mimarisinin Osmanlı’ya etkisi “Sadabat Kasrı” ile başlamış, Osmanlı’daki klasik mimarinin yerini, giderek Batı’daki “Barok ve Rokoko” tarzı almaya başlamıştır.
Osmanlı’daki en önemli Barok ve Rokoko tarzı örnekleri;
 Nuruosmaniye Külliyesi
 Laleli Külliyesi
 Beylerbeyi Camisi
 Doğu Bayezit İshak Paşa Sarayı
 Koca Ragıp Paşa ve Murat Molla Kütüphaneleridir.